salihyazar @ ybhaber.com

Bizim oğlan için bulduğum müzikle sağaltım ve tedavi bir işe yaramadı. Daha önce söylemiştim, bu işten vazgeçmeyeceğim. Onu iyileştirmek için arayışlarım sürüyor.

Size; acilen bir çözüm bulunmazsa daha kötü olacak demiştim. Bizim Oğlan şu an tam anlamıyla kontrol dışı. Yaptığı yanlışları ve hataları hakkı sanmaya başladı. En çok bundan korkuyordum. Hadi bakalım, işin yoksa ayıkla pirincin taşını.

Ona gaz verenler, yoldan çıkaranlar, aklına, vicdanına ve yüreğine girenler birer birer ortadan kayboluyor. Sonunda bir başına ortada dımdızlak kalacak.

İşim şimdi daha zor. Tehlikeli ve riskli bir sürece giriyorum. Milim hata üçüncü dünya savaşına da neden olabilir.

Tekrar baştan alacağım işi. Bu sefer işi daha sağlam tutacağımı umuyorum. Uzun bir sürece yayacağım. Önce detaylı gözlem ve inceleme yapmalıyım.

Bir yerde hata yapıyorum, farkındayım. Sanırım sorunu tam olarak teşhis edememekten kaynaklanan, aceleci çözümler geliştirmeye çalışmam doğru olmadı. Yanlış gözlem, yanlış teşhise ve çözüme götürdü beni.

 

Bir taraftan hazırlık yaparken diğer taraftan işe başladım gibi. Gözlemlerimi not almaya başladım bile. İlk etapta gördüklerim şöyle;

İki ihtimal var diyorum.

Birinci ihtimal; Bizim oğlan, çok iyi planlanmış yolun taşlarını dönemsel farklı roller oynayarak döşedi. Böyle böyle diyerek işine gelen herkesi kullandı. Şöyle şöyle diyerek tüm kurumların zaafından ve iyi niyetinden yararlandı. Ya da böyle şöyle diyerek toplumu değerleri üzerinden kandırarak hep kendine götürdü ve yonttu. Götürdükçe güçlendi. Alanını genişletti.

İkinci ihtimal; Böyle değildi. Saf, temiz ve alelade bir Anadolu çocuğuydu. Etrafında kümelenen sırtlanlar aklına girdiler. Aklını, yüreğini zehirlediler. Akıl kontrolü kaybedince içindeki tatminsiz duygulara esir oldu. Kontrolünü etrafındaki sırtlanlara teslim etti. (Buraya kadar olanını 7 Haziran seçimlerinden önce yazmıştım. Yazımı tamamlamayı düşünürken bütün hesaplar değişti.)

Ve bu gün,

Ah, Bizim oğlan, ne yaptın, gördün mü? O kadar söyledim, söylediler, anlatmaya çalıştılar. Bir türlü anlamaya yanaşmadın.

Kurduğun kâğıttan kalelerin daha yirmi dört saat dolmadan bir bir yıkılmaya başladı.

Bakma sen onların dediklerine. Hepsi senin ne yapacağını çok merak ediyor. Bundan dolayı zamana oynuyorlar ve top çeviriyorlar.

Geç kaldın, Bizim Oğlan. Ne yaparsan yap, hangi adımı atarsan at, bir türlü dizginleyemediğin öfken ve körelmiş aklın seni yendi. Kendin ettin kendin buldun.

Çürümeye yüz tutmuş çorabın ipi gibi etrafında kümelenmiş olanlar. Ucundan tutmak yeterli, hemencecik hepsi çözülüverir.

Allah biliyor, kul da biliyor. Benim gibi, bizim gibi namuslu olan insanlar son ana kadar seni ayıltmak, uyarmak ve normalleştirmek için çok çaba sarf etti. Vicdanımız rahat, müsterihiz.

Şimdi bizim yapacağımız bir şey kalmadı. Top sende. Muhasebe ve muhakeme zamanı. Hala geç kalmış değilsin. Soğukkanlı bir şekilde düşün taşın, adımlarını at.

Yepyeni ve yeniden bir başlangıç yapalım. Buna hepimizin öyle bir ihtiyacı var ki. Çık bulunduğun yerden, aramıza gel. Tıpkı eskiden olduğu gibi.

Son olarak senin için yapabileceğim şey Mevlana’dan çok sevdiğim hikâyeyle seni son  kez uyarmaktır.

Hazret-i Mevlânâ; insanın acziyetine bakmadan, hiçliğini idrak edemeden, enaniyet (bencillik) davasına kapılmasını şu hikâye ile tasvir eder:

“Küçük bir fare kocaman bir devenin yularını kapmış, eline almış, kibir ve gururla kurula kurula gidiyordu. Deve; uysal tabiatı sebebiyle, onunla yol alıp giderken fare, kendi küçüklüğünü göremeden;

“–Meğer ben ne müthiş bir pehlivanmışım, develeri sürükleyebilecek bir yiğitmişim!” diye böbürleniyordu kendi kendine.

Gide gide bir nehrin kenarına geldiler. Nehri gören fare, kibrinin şaşkınlığı içinde donup kaldı. Onun kibrinin farkında olan deve ise, manidar bir şekilde;

“–Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden! Neden durakladın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir. Sen benim kılavuzum değil misin? Yol ortasında böyle şaşırıp kalmak, sana yaraşır mı?” dedi.

Mahcup düşen fare, kekeleyerek şöyle cevap verdi:

“–Arkadaş! Bu su pek büyük, pek derin bir su; boğulurum diye korkuyorum.”

Deve suyun içine girip;

“–Ey kör fare! Su diz boyu imiş, korkmana gerek yok!” dedi.

Fare çaresiz ve mahcup itirafına devam etti:

“–Ey hünerli deve! Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Benimki gibi yüz tane dizi üst üste koysak, ancak senin bir dizin eder.”

Bunun üzerine akıllı deve, fareye şu nasihatte bulundu:

“–Öyleyse, gurur ve kibre kapılıp bir daha terbiyesizlik etmeye kalkma; haddini bil! Bu yaptığını hoş görmeme aldanıp şımarma; çünkü Allah, şımaranları sevmez!..

Var git; sen, kendin gibi farelerle boy ölçüş!”

 

salihyazar@ybhaber.com