salihyazar @ ybhaber.com

İktidarın yaptığı ilk işlerden biri de, kendisine bu seçimlerde oy vermeyen ve CMP lideri Osman Bölükbaşı’nı milletvekili seçen Kırşehir ilini, milletvekillerinin mazbatalarını almalarının üzerinden daha 48 saat bile geçmeden, ilçe haline getirerek, Nevşehir iline bağlaması olmuştur. Türk siyasi tarihinde benzeri görülmeyen bu değişiklik, özellikle Kırşehir milletvekili Osman Bölükbaşı’nın çok sert tepki göstermesine neden olmuş, yine Kırşehir’den milletvekili seçilen Osman Alişiroğlu ise tepkisini şu sözlerle ortaya koymuştu ;

“Bu gidiş nereye? Elbette cevabını ben vereceğim. Dikta rejimine (soldan halt etmişsin sesleri…) Dikta rejimine…”  İktidar milletvekilleri tarafından çok sert tepki gören bu sözler, Alişiroğlu’nun toplantı salonundan dışarı atılmasına neden olacaktı.  Bu yasa değişikliğine, 549 milletvekilinden, yalnızca 259 olumlu oy vermesi, 237 üyenin oylamaya katılmaması, 38 muhalefet milletvekilinin de ret oyu vermesi, yasanın DP tarafından bile kabul görmediğini açıkça ortaya koymuştu.

Kırşehir Yasası olarak bilinen bu yasa, daha 1954 yılından itibaren iktidar ile muhalefet ilişkilerinin sertleşmesinde etkili olmuş ve daha sonraki yıllarda bu yanlışlığın düzeltilmesine karşın, yasanın yaratığı tepkiler hiçbir zaman tümüyle silinemeyecek, özellikle CMP lideri Osman Bölükbaşı, bundan sonraki yıllarda, Menderes ile asla uzlaşamayacak ve DP iktidarına karşı en sert muhalefet yapan parti lideri olacaktı.

Demokrat Parti iktidarı, muhalefetin “Tasfiye Kanunu” adını verdiği bir başka yasayı da 1954 Haziran ayı içinde meclis gündemine taşımıştır. Bu yasaya göre; meslek yaşamında yirmi beş yılını dolduran ve altmış yaşına gelmiş olan Danıştay, Sayıştay, Yargıtay Üyeleri ile, Üniversite Öğretim Üyeleri, gerekli görüldükleri takdirde, “resen emekliye sevk edilebileceklerdi” .

Cumhuriyet Halk Partisi Kars milletvekili Turgut Göle’nin; “İktidarın tek partiye doğru gitmesi “ şeklinde değerlendirdiği bu yasa ile “İşten el çektirilen kimselere, haklarında ittihaz olunan karara karşı hiçbir adlî, idarî kaza merciine müracaat imkanı tanınmamakta” idi. Muhalefetin partilerine göre, bu yasa Anayasaya ve demokrasi ilkelerine aykırı idi. Bu yasa konusunda iktidarı destekleyen liberal eğilimli Vatan Başyazarı Ahmet Emin Yalman bile, gazetesindeki “Yanlış Yoldasınız” başlıklı yazısı ile, Başbakan Menderes’i uyarmak durumunda kalacaktı.

Bütün eleştirilere karşın “Tasfiye Kanunu”, TBMM’de 33 olumsuza karşın, 344 olumlu oy ile kabul edilecekti. Bu yasa ile iktidarın yüksek yargı organları ve üniversitelerdeki muhalif görüşleri susturmak istediği, anlaşılmakta idi.

Başbakan Menderes, partisinin bir zamanlar basın özgürlüğüne ne denli önem verdiğini adeta unutarak, hükümetine karşı basının yönelttiği eleştirilere kısıtlamalar getirmek amacıyla 1954 Martında Basın yasasında bazı düzenlemelere gitmiştir. İktidar bu yasanın 36. maddesini değiştirerek, basın suçlarının Ağır Ceza Mahkemelerinde görülmesini öngören bir yasayı kabul etmişti. Bu yasadan rahatsızlık duyan ve aralarında üç eski Bakanın da yer aldığı on DP’li milletvekili, 2 Mayıs 1955 tarihinde “basına ispat hakkı tanınmasını öngören “ bir yasa önerisini TBMM’ne sunmuşlardı. Bu milletvekilleri, basına ispat hakkının verilmesini demokratikleşme doğrultusunda önemli bir adım olarak görüyorlardı. DP’nin Üçüncü Büyük Kongresi öncesinde parti içinde patlak veren bu  muhalefetin öncülerinden olan Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Menderes’e gönderdiği bir mektupta;

“Rejimin hâlâ teminatsız olduğunu”, “bunun için de bir diktatörya olduğunu”, parti içinde “Murakabe ve Meşveret olmadığını” ileri sürmüş ve Başbakanı ağır bir dille suçlamıştı.

 Başta Başbakan Menderes olmak üzere, DP içinde önemli görüş ayrılıklarına neden olan ve sonunda DP içinden yeni bir parti kurulmasına kadar giden bu muhalefet hareketi, iktidar partisinde adeta siyasi bir depreme yol açmakla kalmayacak, Üçüncü Menderes Hükümeti’nin istifa etmesinde etkili olacaktı. Ağırlıklı olarak Demokrat Parti’nin basın ve akademisyen kökenli milletvekillerinin başlattığı bu muhalefet hareketti.

İktidarın 1956 yılında Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası ile topluma getirdiği yeni sınırlamalarla ilgili yasa tasarısı TBMM’de görüşülürken, karşılıklı sert tartışmalar yaşanmış, CHP, CMP ve Hür. P. liderleri; İnönü, Bölükbaşı ve Karaosmanoğlu iktidarı gösteri ve toplantı özgürlüklerini yok etmekle suçlamışlardır. Karaosmanoğlu’nun, iktidara yönelik  hakarete varan sözlerini geri almaması ve toplantı salonundan çıkarılması üzerine, bu üç partinin milletvekilleri ve basın mensupları meclis toplantı salonunu terk etmişlerdir .

İktidarın giderek muhalefet üzerindeki baskılarını arttırması, muhalefetin işbirliği etmesi konusunu gündeme getirmiştir. Zira bu yasanın kabulünden sonra CHP Genel Sekreteri Kâsım Gülek, Karadeniz gezisinde Rize’de, CMP lideri Osman Bölükbaşı da bir yurt gezisi sırasında gözaltına alınmışlar ve her iki partili de polis baskısına uğradıklarını iddia etmişlerdi.

Demokrat Parti iktidarı, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik, siyasi ve toplumsal sorunların giderek artması üzerine, 1958 yılında yapılması gereken genel seçimleri bir yıl öne alarak, 1957 yılında yapılmasına karar verince, muhalefet partileri aralarında işbirliği yapmak için yeni bir girişimde bulunmak için yeniden harekete geçmişlerdir. CHP lideri İnönü’nün girişimiyle başlayan bu hareket önce uzlaşma ile başlamış ve her üç parti de, 21 Ağustos 1957 tarihinde kamuoyuna yayınladıkları ortak bir bildiride, işbirliği konusunda anlaştıklarını açıklamışlardır.  Bu gelişmenin bir sonucu olarak “Millî Muhalefet Cephesi” nin  kurulması yolunda önemli bir adım atılmıştır.

Millî Muhalefet Cephesi  üyeleri 4 Eylül 1957 tarihinde yayınladıkları ortak bir bildiride; iktidara geldikleri takdirde, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi, söz, basın, sendika ve toplanma özgürlüğü, üniversite özerkliği, grev ve mesleki örgütlenme hakkı, idari konularda yargı denetimi, tarafsız bir yönetim kurulması, anti-demokratik yasaların kaldırılması, seçim sisteminin iyileştirilmesi, basına ispat hakkının tanınması ve Anayasa değişikliğinin gerçekleştirilmesi, iki yıl içinde genel seçimlere gidilmesi gibi konularda uzlaşmaya varıldığı açıklandı.

Üçüncü Menderes dönemi, Beklendiği gibi bu dönemde muhalefet iktidara karşı daha sert bir tavır alacak, DP iktidarı da muhalefeti etkisizleştirmek amacıyla, yeni önlemler alma yoluna gidecekti. Bu düzenlemelerden ilki 12 Aralık 1957 tarihinde TBMM’nin iç tüzüğünün değiştirilmesi olmuştur. Bu tüzük değişikliğine göre; Mecliste toplam milletvekili sayısının % 1’i oranında üyesi olmayan partiler, mecliste grup kuramayacaklardı ki, buna göre; Hür.P. ve CMP’nin grupları ortadan kalkmakta idi. Komisyon toplantılarında sükuneti bozan milletvekilleri önce uyarılacak, daha sonra oturumu terk etmeleri istenecek, görüşmelerde grup adına grup başkanı veya sözcülerinden biri bir defa söz alabilecek, görüşmelere başlanabilmesi için çoğunluk koşulu aranmayacaktı. Ayrıca Bakanlar gerekli gördükleri takdirde açıklama yapmamak hakkına sahip olacak, sözlü sorular yalnızca Cuma günleri yanıtlanacak ve her soruyu yanıtlama süresi beş dakikayı geçemeyecekti. Aynı değişikliğe göre, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının daha kolay kaldırılabilmesi ve iç tüzüğe aykırı hareket edenlere uygulanan para ve meclis oturumlarına katılamama cezaları arttırılmakta idi. Bu sınırlamalara, özellikle CHP’den sert eleştiriler yapılmıştır. Başbakan Menderes ise, yeni düzenlemelerin ,“Meclisi her türlü saldırılardan korumak adına olduğunu” söyleyerek,  değişiklikleri savunmuştur.  Bu arada üniversitelerden de Tüzük değişikliğine bazı eleştiriler olmuş, örneğin; bu değişikliği eleştiren Anayasa Profesörü Hüseyin Naili Kubalı Millî Eğitim Bakanlığı emrine alınmıştı.

 1958 yılında iktidar- muhalefet arasındaki gerginlikleri tırmandıran bir başka gelişme ise, 14 Temmuzda komşumuz Irak’ta bir ihtilâl ile krallık yönetiminin yıkılarak, Sovyet Rusya yanlısı yeni bir yönetimin kurulması olmuştur. Bu gelişmeyi iktidarı eleştirirken değerlendiren CHP Genel Sekreteri Kâsım Gülek, aşağıdaki sözleriyle iktidara adeta gözdağı vermeye çalışmıştı;

“Irak’ta son hadiseler neticesinde ölenler bizimkilerin akıl hocası idi. Onlar Irak’ta yaptıklarını bizimkilere tavsiye ederlerdi. Partilerden mi şikâyetiniz var? Kapatın gitsin, basından mı şikâyetiniz var? Susturun gazeteleri olup bitsin, derlerdi. Onların büyük akıbeti (bizimkilere) ders olmalıdır…”  (AKP çıkardığı güvenlik yasasına benzerliği tesadüf müdür?)

1958 yılında DP iktidarı gerek iç, gerekse dış sorunların yarattığı ağır baskıların altında ezilmişti. Bir yandan iki yıldan beri artarak devam eden ekonomik sıkıntılar, karaborsa, döviz darlığı, mal sıkıntıları, hayat pahalılığı, basın, Yüksek Yargı ve Üniversite ile olan anlaşmazlıklar, muhalefetin baskıları; öte yandan Kıbrıs sorunu, 6-7 Eylül Olaylarının etkileri, Irak İhtilâli nedeniyle Bağdat Paktı’nın ortadan kalkması gibi gelişmeler ve ordu içinde genç subayların iktidardan rahatsız oldukları yolundaki haberler, iktidarı iyice bunaltmış ve siyasi gerginliği doruk noktasına çıkarmıştı. Gerçi ekonomik sorunların bir bölümü, 4 Ağustosta Uluslararası Para Fonu ile yapılan ve adına “İstikrar Programı” denilen uzlaşma ile belli bir çözüme bağlanmıştı. Bu anlaşma sonrasında, başta ABD olmak üzere, Avrupa ülkelerinden önemli ölçüde kredi desteği ve yardım sağlanabilmişti. Ancak Türkiye’ye önemli kısıtlamaların getiren bu program, o günlerde hükümete rahat bir nefes aldırmışsa da, iktidar- muhalefet arasındaki gerginliğin artarak devam etmesine engel olamamıştı. Gerek iktidar ve muhalefet liderleri arasında, gerekse her iki tarafın basın organlarında “ihtilâl” kavramı daha da sık kullanılmaya devam etmiş, her iki yan birbirlerini ihtilâlcilikle suçlamışlardır.

Başbakan Menderes, bu dönemdeki hemen her konuşmasında, CHP lideri İnönü’yü “ihtilâlcilikle ya da ihtilâlci metotlar kullanmakla” suçlarken, İnönü de iktidarı muhalefete baskı yapmakla ve demokratik olmayan yöntemlerle hareket etmekle suçlayarak karşılık verecekti . (2)

ÖZAL DÖNEMİ 1983-1993:

Kasım 1987 yılında erken seçim yapıldı. Özal milletvekillerin desteğini kaybetmemek için meclisteki sandalye sayısını 450 çıkarmıştı.(Daha sonra illerin aratan nüfusuna göre bu sayı 550 çıktı. Kabul Tarihi: 10 Haziran 1983      Kanun No: 2839MADDE 3 - (Değişik: 4125 - 27.10.1995) Milletvekili sayısı 550'dir.)Sanki 300 tane beceriksize maaş ödemek yetmezmiş gibi. Seçim yasakları kalkan Ecevit, Erbakan, Türkeş ve Demirel seçime girdi. Sadece Demirel barajı aşabildi, ANAP %36 ile 292,SHP % 25 ile 99 ve DYP % 19 ile 59 milletvekili çıkardı.

Mart 1989 yapılan mahalli seçimlerde Özal hezimet yaşadı. Oy oranı % 22 düştü. DYP %26,SHP % 28 yükseldi.

Bunun nedeni meclisteki muhalefete karşın son dönemlerde enflasyonun kontrol edilememesi, yeni şeyleri gerçekleştirememesi, yolsuzlukların artmasıdır ve artan düşük yoğunluklu iç savaştır.

 “Özal, Birinci Körfez Savaşı öncesinde ve sırasında, hükümetin önüne geçen bir rol üstlendi. Özal, Irak’a müdahale etmeye hazırlanan Amerika Birleşik Devletleri’ne açık destek verdi. Muhalefetin Özal’ı Türkiye’yi savaşa sürüklemekle suçladı.

Özal’ın cumhurbaşkanı sıfatıyla Bakanlar Kurulu’na başkanlık ettiği toplantılardan biri 7 Ağustos 1990’da Çankaya Köşkü’nde gerçekleşti. 6 Ağustos’ta Irak’a karşı ekonomik yaptırım kararı alan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplantısından bir gün sonra gerçekleştirilen toplantıdan BM kararlarına uyum çıktı. Kerkük – Yumurtalık petrol boru hattı kapatıldı. “

Turgut Özal’ın DYP – SHP koalisyonunda katıldığı ikinci Bakanlar Kurulu toplantısı 4 Mart 1993’de yapıldı. Bu katılım o dönemde bazılarına göre ‘rest’, bazılarına göre ‘barış’ çabasıydı.

Özal’ın, Demirel hükümetinin onlarca kararnamesini bekletmesi, imzalamaması ya da geri çevirmesi üzerine, hükümet Özal’ı ‘by–pass’ etmek için harekete geçti. Önce cumhurbaşkanını atamalarda devre dışı bırakan bir yasayı Meclis’ten geçirdi. Ardından Bakanlar Kurulu kararnamelerinde Özal’ın imza yetkisini kaldıran bir yasa hazırlığına başladı. Gazetelerde “By–pass ile kumpas bıktırdı” başlıklarının atıldığı dönemdi. Özal 4 Mart 1993’te deyim yerindeyse soluğu Bakanlar Kurulu toplantısında aldı. 

5 Mart 1993 tarihli Milliyet gazetesinde yer alan habere göre, Demirel gazetecilerin toplantıya Özal’ın başkanlık etmesi teklifinin kimden geldiği sorusuna “bunun teklifle alakası yok” dedi ve sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bitlis’te olağanüstü hal ilanına MGK karar verdi. Hükümetin bu kararı benimseyip TBMM’ye göndermesi lazım. Anayasa’nın 119. maddesinde de kayıt var. Olağanüstü hal ilanı Bakanlar Kurulu’nun cumhurbaşkanının başkanlığında yapacağı toplantıda alınır. Bu onun gereğidir.”

Demirel gazetecilerin “gerginlik son buldu mu?” sorusunu ise habere göre şöyle yanıtladı:

“Ne gerginliği olsun kardeşim? Niye olsun gerginlik? Devleti daha iyi işletmeye çalışırken kim niye gerilsin anlamıyorum ki. Her gün sabahleyin bir savaş icat etmeyin.”” (4)

Görüyorsunuz ya 2002 yılından beri iktidar olan ve hükümet edenlerin uygulamaları ile hemen hemen birebir geçmişte yaşananlar. Özellikle Menderes ve Erdoğan döneminde yaşananların çok benzerlik göstermesi sosyolojik olarak ne kadar ilerleyebildiğimizi gösteren önemli bir göstergedir bana göre. Dünden bu yana demokrasimizde değişen bir şey yok. Aynısını zaman ve aktörlerin dışında aynen yaşamaya devam ediyoruz. Demokratik mantık, akıl yürütme ve kültür aynen yerinde duruyor.

Kaynaklar:

  1. http://www.baskent.edu.tr 
  2. http://www.mustafaalbayrak06.com
  3. http://www.angelfire.com
  4. http://www.aljazeera.com.tr